Potosi

Soğuk ve ruhsuz otel odasında geçen rahat bir uykunun ardından erkenden uyandım. Sırt çantasını resepsiyona bıraktım. Kendimi Potosi sokaklarına attım. Beş bolivianos (bir buçuk lira) tutan bir taksi ile şehir merkezine yollandım. Taksiciye, Para müzesi veya Ayacucho caddelerinde bırak dememe rağmen adamın yolu karıştırdığını anladım. Köşede caddenin ismini görünce beni indirmesini söyledim. İnince tüm dükkanların kapalı olduğunu fark ettim. Çalışma saati dokuz gibi başlıyor, ben ise saate bakmadan otelden fırlamış, sekize çeyrek kala oradaydım.

Amacım Lonely Planet’den adresini aldığım bir acenteden “maden” turu almak, bir şekilde Potosi’yi tanımaya başlamak. Köşedeki kırtasiyeciye burada bir acente varmış diye sordum. “Hemen yanda” dedi ve Ayacucho caddesi, 20 numarada bulunan Amigos de Bolivia isimli acentayı gösterdi. Sonradan fark ettim, o köşeden yukarıya bir sürü acente varmış, kitaptan aradığım ise en sonda imiş

İki adım yukarı yürüyünce bir kızın acentanın kapılarını açtığını gördüm. “Açık mı?” diye sorunca “buyur, gir” dedi. Böylece “Los Amigos” ile tanıştım. Daha yeni oturmuştum ki, içeri tüm neşesi ile Helen girdi. Kısa bir tanışmanın ardından rehber olduğunu, günün turlarını anlattı. Maden turunu altmış bob’a (on beş lira) onlardan aldım. Ben de rehber olduğumu söyledim. Web sayfamı, Türkiye fotoğraflarını gösterdim. Helen, özellikle adını aldığı Truva’yı görünce çok heyecanlandı. Bu sırada diğer kardeşler de geldi. Anne, zaten bana kapıyı açmıştı. Hemen kahvaltı hazırlandı. Bir anda aileden oldum. Hatta gelen Hollandalı kızlara turu açıklayınca, epey bir süre beni acente çalışanı zannettiler.

Sabah sabah sokaklarda bir telaş var, sanırım okullar açılmış. Bir de bir sürü polis, fotokopicilerin önünde kuyruk olmuşlar. Bir oraya, bir buraya koşuyorlar. Bir ara çıktım, meydanda bir tur atıp acentaya döndüm.

Maden turu

Ayağım uğurlu gelmişti, saat dokuza kadar on bir kişi daha tur aldı. Hep birlikte bir minibüse doluşup, kız kardeşlerin rehberliğinde tura başladık. Madenlere gitmeden önce bir pazar yerinde durup madencilere hediyeler aldık. Olayı pratik hale getirmişler değişik fiyatlarda torbalar yapmışlar. Ben en pahalı olan 35 bobluktan aldım (dokuz lira). İçinde koka yaprağı, bisküvi, meşrubat, dinamit vs. var. Evet madencilere bunlar götürülüyor. Dinamit sonuçta bir hamur, kesilip biçilebiliyor ama fünye alınırsa dikkatli taşımak lazım, en ufak harekette patlayabiliyor. Zaten bunları almadan rehberler bir kaza çıkmasın diye bilgi veriyorlar. Alkol, 95 derece saf alkol, bunu hem içip, hem de maden tanrısı El Tio’ya sunuyorlar. Şeytan yada El Tio’ya saf alkol sunuyorlar ki, o da onlara saf ve zengin maden versin.

El tio yani Şeytan

Bu El Tio, nam-ı diğer Şeytan olayı oldukça ilginç bir mevzu. İspanyol fatihler buralara gelip, bu zenginlikleri gözlerine kestirince, önce buraya Afrika’dan köleler getiriyorlar. Ama 4090 metre yükseklikteki bu şehirde, madende çalışmaya uyum sağlayamıyor, kısa zamanda ölüyorlar. İspanyollar, o zaman buranın yerli halklarını madene sürüyorlar. Çünkü onlar bu rakıma alışıklar, üstüne de koka yaprağı çiğneyerek bu ağır koşullara dayanabiliyorlar. Bugün bile madenciler koka yaprağı olmadan çalışamıyorlar. O zamanlar bu madenlerde sekiz milyondan fazla insanın öldüğü söyleniyor. Bugün ise silikozis yüzünden, bu madenlerde çalışanlar en fazla kırk sene yaşıyorlar.

Madencilere hediyeler; dinamit, bisküvi ve koka yaprağı

Yerli Quecuha, Aymara gibi halkları her ne kadar Hristiyanlaştırsalar da, insanlar eski inançlarını unutmuyor, işgalcilerin getirdiği inanışla karıştırıyorlar. Bunu gören İspanyollar, madende çalışan insanlara bir tanrı sunup, işte bu “Dios” yani “tanrı” diyorlar. Yerli halk ise d harfini t olarak telaffuz edebildiği için, zamanla “Tio” yani “amca” demeye başlıyorlar. Sonra onu şeytanla özdeşleştiriyorlar. Bu El Tio, Ana Tanrıça, yani toprak tanrıçası Pachamama’nın kocası gibi de görülmeye başlıyor. Maden girişlerinde bulunan heykellerinde bu nedenle kocaman bir erkeklik organı bulunuyor. Ayrıca, Latin Amerika ülkelerinde Meryem Ana’nın Hristiyanlıkta, diğer ülkelere göre daha fazla sahiplenilmesi, Pachamama’nın etkisi. Aynen Anadolu’da Artemis’in Meryem Ana’ya dönüşmesi gibi. Bilindiği gibi Artemis’de Anadolu’da süregelen bir Ana Tanrıça kültünün devamı.

El Tio, nam-ı diğer Şeytan
El Tio, nam-ı diğer Şeytan

Neyse bu derin mevzuları bırakalım, ne yaptığımıza bakalım. Madencilere hediyeleri aldıktan sonra, acentenin hemen yakındaki yerine gittik. Orada sırt çantalarımızı emanete bırakıp, madenin tozundan korunmak için verdikleri elbiseleri ve çizmeleri giydik. Baretlerimizi takıp minibüsle, şehrin içinde dev bir piramit gibi yükselen Cerro Rico yani Zengin Tepe’ye doğru yola çıktık. Minibüs, dar ve toprak yolda dik ve keskin virajları tırmanmaya başladı. Ben artık burada da aşağı uçmaz isem bana hayatta bir şey olmaz diye düşünürken, önde oturan Helen ve öbür rehber kızlar neşeyle muzlarını yiyordu.

Madenin içinde

Sonunda bir maden ağzına geldik. Madencilerin bir kısmı dışarıda idi. Bir toplantı nedeniyle çalışmalar azalmış. Bu madenleri kooperatiflere bölmüşler, madenciler de onlarla anlaşıp, kendi hesaplarına çalışıyorlar. Şu an kırk kadar kooperatifte, on beş ila yirmi bin kişi çalışıyormuş. Artık maden pek verimli değilmiş. Ortalama ne kadar kazanıyorlar diye sorduğumda, aylık bizim paramızla 900 lira dediler. Eğer şanslı bir damara rastlarsa bu artabilirmiş, ama tersi de geçerli. Sonuçta kırk yaşında erken ölümü düşünmezsek, Bolivya için iyi kazanç denilebilir.

Madenciler

Madende her yerden su daha doğrusu arsenik sızıyor. Tünellerde suyun içinde yürüdük. Böylece o çizmeleri neden giydiğimiz anlaşıldı. Önce El Diablo yada El Tio’yu ziyaret ettik. Öbür rehberimiz Elizabet anlatırken, arkadaki kuyuya düşecek diye ödüm koptu, kızı bir kaç kere uyardım. O hiç tınlamadan devam etti. Bazı madencilerin çalışmalarını gördük. Aşağı, daha derinlere inme olayına gruptan kimse cesaret edemedi. İçerde bir müze var, onu da gördük.

Söylentiye göre bu madenlerden çıkarılan gümüşten Amerika ve Avrupa kıtaları arasında bir köprü yapılırmış. Helen, Avrupalılar bize din getirdiler, bütün zenginliğimizi götürdüler dedi. Milyonlarca hayata mal olan bu sömürüyü burada hissetmemek olanaksız. Bazen deriz ya çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?. Bütün bunları elbette biliyordum, okumuştum, belgesellerde görmüştüm. Ama hiç biri bu madenin içine girdiğim an kadar etkili olmamıştı. Artık biliyorum ki, gezmenin artısı bu. Bazı şeyler kafaya iyice dank ediyor.

Bu nedenle Potosi, bu gezimde beni en çok etkileyen yer diyebilirim. Belki bunun bir nedeni de Helen ve arkadaşlarının lafı eğip bükmeden, o insanların duygularını gerçekten vererek anlatmaları ve İspanyolca bilmem oldu. Daha sonra tanıdığım, Stefan da bu turu onlarla yapmış, ve aynı şeyleri söyledi.

Türkçe bilen Fransız

Tur bitince acentaya döndük, Helen bana madenlerle ilgili bir CD hediye etti. O CD’de anlatılan çocuk bugünkü şoförümüz imiş. Artık, eve dönünce seyrederim. O sırada konuşurken, Türkiye lafı geçince, orada bulunan Stefan “Neden Türkiye ile ilgili konuşuyorsunuz” diye sorunca, kendimi tanıttım. O da yavaş bir Türkçe ile “Ben Fransız’ım ve Türkçe konuşuyorum” dedi. Stefan yedi sene önce kendi kendine Türkçe öğrenmiş. Şimdi Norveç’te rehberlik yapıyormuş, yani meslektaşız. Türkçe konuşmayı özlemiş, iyi o zaman dedim, gidelim birlikte birer kahve içelim.

Santa Teresa

Açıkçası maden turundan sonra ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu. Stefan, Santa Teresa manastırını ziyaret edecekmiş. İki buçukta açılıyormuş, “öyleyse ben de seninle geleyim” dedim. Stefan’ın Sucre’ye otobüsü kalkacağı ve rehberli tur uzun sürdüğünden, ziyareti hızlı yapacağımızı belirttik. Zaten böyle müze gibi yerlerde rehberler beni biraz sıkıyor, konsantre olamıyorum. Bir de fotoğraf çekme kaygısı, açıkcası vaktim olmasına rağmen hızlı tur işime geldi.

Burada beni en çok etkileyen; ta İspanyalardan bu gümüş madenlerini sömürmek için gelen insanların, kızlarını din adına bu manastıra kapatmaları oldu. Kurallar o kadar katı imiş ki, aileleri ile ancak paravan arkasından, birbirlerini görmeden konuşabiliyorlarmış. Eğer iki kız kardeş manastırda ise, ayda bir, on beş dakika, konuşmadan birlikte kanaviçe örme şansları varmış.

Santa Terasa Manastırından

Sonra Stefan’dan ayrıldım, aynı cadde üzerinde olan, Casa de Moneda yani Para Müzesine gittim. Bu bina İspanyolların madenlerden çıkarttıkları gümüşleri paraya çevirip ülkelerine yolladıkları yer. Sonra çoğunu yolda İngiliz korsanlara kaptırmışlar. O yüzden İspanyollar sık sık İngilizlere hırsız der, sanki o gümüşler onlara hak gibi..

Bina, Güney Amerika’da o dönemde inşa edilen en büyük yerlerden bir tanesi. Galiba Meksika’da bir büyüğü mü, ne varmış. İsviçre’den gelen tahta çarklardan oluşan para basma makinesinin dünyada elde kalan tek örnekleri burada. İki katlı bir yapıda alt katta atların çevirdiği çarklar, yukarıda madenleri işliyormuş.

Türünün son örneği, bu tahta çarklar

Para müzesinden sonra biraz aşağıda olan Turizm ofisine gidip Sucre ile ilgili broşür aldım. Burası eski bir kilisenin sadece ön cephesi kalmış, güzel bir bina. Burada 10 bob ücret karşılığı çan kulesine çıkabileceğim söylendi. Bileti aldım. Potosi’ye elveda demeden önce şehri bir de yüksek bir yerden fotoğrafladım.

Potosinin bu tarihi mahalleleri bana yıllar önce İspanya, Salamanca’da kaldığım yeri hatırlattı. Sonuçta aynı devrin adamları tarafından yapılmış sokaklar binalar. Çok az kalmama rağmen Potosi’yi sevdim. Dört bin metre rakım, bir de yokuşlar biraz nefes kesiyor ama o kadar olur. Bu şehir vakti zamanında dünyanın en büyük şehirlerinden biriymiş. Gümüş bitmiş, sonra kalay ile bir süre idare etmişler. Şu an onlara bırakılan kırıntılar ile idare etmeye çalışıyorlar. Son kez acentaya uğradım.

Sabah ne yapacağımı bilmez halde geldiğim bu sokaktan, bir sürü tecrübe ile dönüyorum. Bir taksi ile önce otele uğrayıp sırt çantamı aldım, sonra da Sucre’ye taksi dolmuşların kalktığı iki sokak öteye gittim.

Cerro Rico, milyonların hayatına mal olan zenginlik

Sucre yolunda

Sucre’ye otobüsler de gidiyor ama Potosi’den en iyisi bu dolmuşlar. Elli boba (on üç liraya) iki buçuk saatte orada oluyorsun, üstelik önceden söylersen seni gittiğin hostelin kapısına kadar bırakıyorlar. Tek gitmek istersen, ücret dört kişinin parası iki yüz bob oluyor.

Sucre’ye varınca günlerdir özlemini duyduğum bir şeyle karşılaştım. Trafik sıkışıklığı ve kalabalık. İstanbul’u özlemişim. Hava kararmasına rağmen sokaklarda bir sürü insan var. Tek yön dar sokaklarda taksi ile milim milim ilerleyerek hostele vardık. Bu da ayrı bir macera oldu. Tam şehre geldik, taksici bana üzerince karınca duası gibi yazılar olan bir harita uzattı, “buradan hosteli bir bakar mısın” dedi. Ben de “bu şehre ilk defa geliyorum, şu an nerede olduğumu bile bilmiyorum, nasıl bulayım?” dedim. Sonra otelin kartından sokağı söyledim. Taksici bir şekilde sokağı hatırladı, hatta biraz geçtik. Arabadan inip, koştu gitti, Ravelo caddesinin kesiştiği köşede Loa caddesi 509 numaradaki İnca hosteli buldu.

Sıcak su

Hostele girince, Stefan’ı sordum, gelmemiş. O da Amigos de Bolivia’dan rezervasyon yaptıracaktı. Neyse, resepsiyonda ikinci sorum, “sıcak su” oldu. Hastalık, soğuk derken üç gündür banyo yapmıyorum. Problem yok dediler. Bu nedenle Potosi’de elli bob denilen ücretin burada yetmiş olmasını bile önemsemedim. Ayrıca koğuşta değil, banyolu odada tek kalacağım. Kocaman üç yataklı bir oda verdiler. Oda temiz, bir de banyoda duş perdesi olsa, ortalık ıslanmasa süper olacak. Heyecanla suyu açtım, bekledim.. bekledim.. sıcak su yok.

Şansıma bin bir hayırlı söz söyleyerek indim resepsiyona, kızlara sıcak su yok dedim. Şaşırdılar, on beş dakika bekle gelecek dediler. Bekledim, sonra yine suyu açtım. Yine yok. İndim aşağı, bu sefer patron gelmiş. Ortak duşu kullansanız dedi. Olmaz dedim. Üç gündür sıcak su hayali ile buralara geldim, kabul etmiyorum…

Denemek için patron ile ortak duşa çıktık, orada da sıcak su yok. O zaman adam çatıya çıktı. Meğer tüp sönmüş. San Pedro’da tam duşun ortasında sönüp, çöllerde beni hasta eden tüp yine beni bulmuştu. Sonuçta bir yarım saat beklemeden sonra sıcak suya kavuştum.

Duştan sonra bir şeyler yemek için ana caddeye çıktım. Bir pizzacıya oturdum. Orta pizza kocaman gelince ancak yarısını yiyebildim. Sonra Wi-fi aradım. Bir İnternet kafeye sordum, kapanıyordu. Buralarda zor bulursunuz dedi. Odaya döndüm, saat gecenin on biri olmuştu, duşumu yapmış, karnımı doyurmuştum. Artık rahat bir uykuya hazırdım.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Bir Cevap Yazın