Twyfelfontein’den kuzeye devam

Bu sabah erkenden hazırlanıp, 12 kilometre uzaklıktaki Unesco Kültür Mirası listesinde yer alan Twyfelfontein Müzesini gezmek için kampı terk ettik. Yolda otostop yapan resmi elbiseli kızlı-erkekli grup gördük. Meğer müze görevlileri imiş. Bir şekilde arkaya sıkıştılar. Elemanlar işi biliyorlar, müzeye ilk gidenlere otostop çekiyorlar. Onları almasan, gidersin müzeye, elemanlar gelecek diye beklersin. Çünkü, bu ören yerlerini rehbersiz gezmek yasak.

Aslan mı, Kudu mu?

Getirdiğimiz kızlardan biri rehberimiz oluyor ve tura başlamadan hangi rotayı istediğimizi soruyor. Uzun olup, bir saatten fazla süren “Lion Man” Aslan Adam mı?, yarım saat dediği ama kitapların bir saat sürdüğünü yazdığı “Dancing Kudu” Danseden Kudu mu? Bilmeyenler için, “kudu” bir çeşit antilop. Vücutlarında bulunan diklemesine çizgilerden, iri yarı yapılarından ve erkeklerin sarmal boynuzlarından hemen tanınıyor.

Ören yerinde, günümüzden 6000 yıl önce, San halkına mensup Khoikhoi’lerin kayalara çiziktirdiği resimler araziye dağılmış vaziyette görülüyor. Aslan Adam’la Danseden Kudu olayı resimlerden geliyor ama biz bunu, aslan gibi cesaretli olan uzun turu yapar, tepelere tırmanır, kudu gibi tembel olan ise, bir iki bakar işi bitirir diye algılıyoruz. Tüm gün bu aslan-kudu mevzunu konuşuyoruz. Buna taktık çünkü bizimkisi mesleki deformasyon. Efes’i, Bergama’yı bazen bir saatte gezdiriyoruz, bazen üç saatte, yani, bazen aslanlar gibi rehberlik yapıyoruz, bazen de kudular gibi taştan taşa sekerek kestirmeden “Exit” yazısını buluyoruz 😉

Bir ara kayaların arasından bir Micky Mouse çıkıyor. Rehberimiz ona elini uzatıyor. Fare bir süre bizi süzdükten sonra taşların arasında kayboluyor. Aslan adam turunu istedik ama sonra hafiften pişman oluyoruz. Kızcağız hasta gibi, kayaları zor tırmanıyor. İlk aklımıza gelen AIDS oluyor. Buralarda neredeyse insanların yarısı bu hastalıktan mustarip. Tur bitince de vicdanımızı temizlemek için iyi bir bahşiş bırakıyoruz.

Nihayet orgumsu kayalar

Dönüşte, bu sefer de gece bekçisini eve götürüyoruz. Elemana Organ Pipes’a uğrayacağımızı söylüyoruz. “Fark etmez” diyor, bizimle geliyor. İyi ki de geliyor. Yoksa yine saatlerce oralarda dolanırdık. Hatta ben, görsem de o kayaların meşhur orgumsu kayalar olduğunu anlamazdım. “Dün, 800 kilometre yolun üzerine, bir saat daha bunu mu aradık” diyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz.

Himbaları keşif

Şimdiki hedefimiz, Himbaların bölgesi, Opuwo. Sesfontein üzeri giden yol daha kestirme gözüküyor ama konuya vakıf olduğu söylenen bir iki kişi yolun çok kötü olabileceğini söylüyor. Kimse doğrusunu bilmiyor. Çünkü insanlar burada pek seyahat etmiyor. Herkes kendi köyünde yaşayıp gidiyor. Khorixas’dan geldiğimiz sinüs eğrisi gibi yolun yukarıya devam edebileceğini eldeki bilgi kırıntıları ile birleştirip, Kamanjab üzeri gitmeye karar veriyoruz. İkisi de C sınıfı yollar ama ertesi gün C41’in kapalı olduğunu görünce doğru yaptığımızı anlıyoruz. Aracımız 4×4 olsa belki bu kadar tereddüt etmezdik. Bu arada, Nissan Hard Body’de arazi vitesi yok ama Diferansiyel Kilidi denilen bir düğme var. Bir kere Diaz Point’de kuma saplanınca kullandık. İşe yaradı. Ama ne olur ne olmaz diye riskli yollara girmiyoruz. Gerçi, bazen numarasız yolların oldukça iyi olduğunu gördük ama en kestirme yol, bildiğin yoldur demişler. Elbette burada “bildiğini”, “az buçuk bilgi sahibi olduğun” diye değiştirmek lazım.

Opuwa’ya varış

460 kilometrelik yolu sular seller gibi bitirip, akşam üstü Opuwa’ya varıyoruz. Buraya gelirken düşündüğüm şeylerden biri de “Himbaları nerede, nasıl göreceğimiz idi, derken… ilk örnekler Opuwa’nın ana caddesinde karşımıza çıktılar. Nedir bu Himbalar diye sorarsanız, vücutlarını kırmızıya boyayıp, cıbıldak gezen yerli taifesi diyeyim anlarsınız. Bunların özellikle hatun kişilerine dikkat etmek lazım, aman ne otantik, göğüsler fora diye fotoğraf makinesine saldırırsanız, öyle bir çümbüş çıkarırlar ki, fotoğraf ücreti olarak cüzdanınızı boşaltmadan durmazlar. Sonra da o parayla sabaha kadar içer, çıngar çıkartırlar.

Opuwa’da ilk olarak Lonely Planet’te yazan Opuwa Power Safe GH’u arıyoruz. Kitaptaki tarife göre, BP’den sola, sonra sağa dönüyoruz. Hastaneden sonra tekrar sola dönüyoruz, uzun sazlar ve teller… buraya kadar her şey tamam ama ortalıkta Guest House yok. Bir daha dönüyoruz. Baştan başlıyoruz. Bir arka sokağa bakıyoruz. Yok oğlu yok. Aksi gibi caddelerde soracak birileri de yok. Tüm evler terk edilmiş gibi. Nihayet birine rastlıyoruz ama bilmiyor. Bu turlamalar sırasında Oreness Camp diye ana caddenin solunda kocaman bir tabela görüyoruz. Sonunda pes edip, Lonely Planet’e bildiğimiz tüm küfürleri ederek, Oreness Camp’a gidiyoruz. Karmamız sağlam, tam yerine gelmişiz.

Çöllerde yürüyen adam

Akşam üstü yağmur başladı. Bir de uyku bastırdı. Uyandığımda Arzu, çitlerin arasından bakıp dışarıdan gelen gürültüyü anlamaya çalışıyor. Beyaz bir adam, bir zenci ile tartışıyor. Yanlarında bir de hamile zenci kadın. Beyaz adam, daha sonra tanışacağız, İspanyol Miguel. Hamile karısını döven zenciye kırık dökük İngilizcesi ile yaptığının yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Miguel, buraya kadar ta İspanya’dan kah yürüyerek kah otostopla gelmiş. Tek başına o ıssız çöllerde, her gün 40 kilometre kadar yürüyormuş. Kamerun’da soyulmuş, bazı kartlar, iphone gitmiş. Bir kaç yerde daha ufak tefek olaylar olmuş. Fotoğraf makinesi ise hala duruyor. Dün otostop yaptığı zengin bir Namibya’lı ona kızmış, bağırmış “ne yaptığını sanıyorsun, canına mı susadın” demiş. Ben ise “sana dokunmuyorlar, çünkü seni deli sanıyorlardır” dedim. Sanki bunu ilk defa duymuş gibi, şöyle bir düşündü, “sanırım haklısın” dedi.

Miguel’in mailini almıştım ama yakın zamana kadar yazmadım. Sonra aklımda kaldığı kadarıyla adresine bir mail attım. Cevap gelmedi. Eminin hala bir yerlerde yürüyordur. Bunun diğer ayrıntılarını Arzu’nun blogunda okuyabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın