Tekrar Sossusvlei ve kuzeye devam

Sabah erkenden kalktım, Arzu uyumaya devam ediyor. Kapıların açılmasıyla tüm araçlar çöle hücum ettik. İlk durak Dune 45.

Dune 45’e gelince herkes kendini kum tepelerine vurdu. Ben de onlarla yürümeye başladım ama ufukta tabak gibi kocaman Ay’ı görünce aşağıdan kum tepeciğinin üzerinde fotoğrafını çekmenin daha orijinal olacağına karar verdim. Hemen aşağı indim. Sonucu aşağıda gördüğünüz herkesin Photoshop olduğunu sandığı görüntü.

Fotoğrafları çektikten sonra kamyoneti, dünkü yazıda anlattığım, on beş kilometre ilerideki “çölün içi” denilen yere sürdüm. Arzu hala uyuyor. On dolar verip bileti aldım. Kumlarda biraz dolaşıp, fotoğraf çektim. Aslında bunu dün yapmamız lazımdı, daha kaç yüz kilometre yol bizi bekliyor. Erkenden geri döndüm. Bir de bizim araç 2×4 olduğundan bu kumlara girmiyor ama bu durumlar için Diferansiyel Kilidi denilen bir düğme var. Acaba burada işe yarayabilir miydi bilmiyorum. Bir kere kuma saplandığım bir yerde kullandım, gayet etkili.

Yeniden yollarda

Kamptan çıktık, hafiften çiselemeye başladı, Yakınlarda sağanak yağış var, hissediliyor. Bir yerde fotoğraf çekmek için biraz durduk. Arkamızdan bir araç belirdi. Ben de, o öne geçmesin, tozunu yutmayalım diye yola devam ettim hatta biraz hızlı gitmeye başladım. Böyle giderken, karşıdan gelen bir araç selektör yaktı. Herhalde taş sıçramasın diye yapıyor diye biraz gaz kestim sonra yine hızlandım. Dün yazmıştım, su geçişlerinde derin hendekler var. Ama o ana kadar hepsi kuru idi. o nedenle solda gördüğüm uyarı tabelasını önemsemedim. Aynen devam ettim ama… kasisi aşar aşmaz, Arzu’nun çığlıkları başladı, bir an ayağımı hafif gazdan kestim, ama fren yapacak, duracak durumum yok. Ben de gaza yüklendim.

Üç tonluk Nissan, hendekten geçen sele bir balina gibi daldı, nasıl desem, filmlerdeki gibi bir geçiş oldu. Daha sonra mola yerinde arkamızdan gelen eleman, “wow, very spectacular” dedi. Dedi ama ben sulardan kurtulur kurtulmaz, vitesi, freni şaşırdım. “Ne yaptım ben” diye bacaklarım titremeye başladı. Bu durumlarda gayet sakinim, hiç panik yapmıyorum ama olay geçince aklım başıma geliyor 🙂 Sonradan düşündüğümde en doğrusunu yaptım. Meğer orası bayağı tehlikeli imiş, küçük araçların geçişine izin verilmiyormuş. Daha geçen gün bir aracı zor kurtarmışlar. Ertesi gün Swakopmund’da tanıdığımız biri ise oraya gitti ve döndü. Normal sedan araçla geçememiş, tali yolu dolaşmak zorunda kalmış.

Olayın heyecanı ile mola yerine vardık, oraya varınca da neden o selin fotoğrafını çekmedim diye bayağı hayıflandım. Bir de hep aklımda kaldı; arkadan gelen, bana dehşet bir geçiş yaptın diyen adam acaba nasıl geçti. Karın doyurma telaşı arasında soramadım bir türlü.. Sonra depoyu doldurup, Alman fırıncının nefis poğaçalarından tadıp yola devam ettik.

Oğlak dönencesi

Yağmur geçti. Oğlak dönencesini geçiyoruz. Güneye inerken fotoğraf çektirmek sonradan aklımıza gelmişti. Bu sefer atlamıyoruz. Durup olayı belgeliyoruz.

Çölde yol denilen bir izi takip ediyoruz. Bu arada seraplar başlıyor. Göller, şehirler görüyoruz, aslında orada yoklar, doğal olarak yaklaşınca yok oluyorlar. Bütün bunların arasında, bu olmayan yolda karşımıza saatte 80 kilometreyi aşmayın tabelası çıkıyor. Biraz sonra yine 120’ye izin veriliyor. Türkiye’de otoyolda izin verilen hız. Ama burada tek tehlike deve kuşlarına çarpmak. Onlar da bayağı hızlı.

Swakopmund

Walvis Bay’a yaklaşırken yine kumulları gördük. Bu sefer renkleri kırmızıya çalmıyor. Orada ufak bir mola verdikten sonra Swakopmund’a vardık. Sahile varınca hava yine bulutlandı, hafiften çiselemeye başladı. Her zamanki gibi biraz aradıktan sonra, çünkü sokaklarda soracak kimse yok, Desert Sky’ı bulduk.

Odalar dolu imiş, hatta çadır için bile yer yokmuş. “Önemli değil, biz arabada yatıyoruz” deyince, sahibesi hatun, “sadece şu köşe var ister misiniz?” diyor. “Olur” diyoruz ve demir kapı açılıyor. Desert Sky hoşumuza gitti. Güzel bir mutfağı var. Banyolar ortak. Bahçede bazıları çadır kurmuş. Yine araba üstü çadırda yatanlar ve vosvos minibüsle ta Hollanda’dan çıkıp Türkiye’den geçip buralara gelen bir çift var. Arzu’ya Türküm deyince, “Gaziantep, İmam Çağdaş, tüm yol boyunca en iyi yemek yediğimiz yer” demişler.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

2 Yorum

Bir Cevap Yazın