Swaziland

Cuma günü öğleden sonra, Swaziland’a girdik. Bir kaç barakadan oluşan sınır kapısında durduk. Pasaport kontrolündeki neşeli memure, Arzu’nun pasaportunu görünce, 15 Yeni Türk Lirası çıkardı. Biz de karşılığında rand verip tedavülden kalkmış YTL’leri aldık. Swaziland’a girişte pasaporta bir damga vuruyorlar, o kadar. Sonra öbür tarafa geçip Baz Bus’ı bekledik.

Vize verilen gişenin yanında karton bir kutu var, üzerinde “kadın prezervatifi” yazıyor. İçi boş, sadece kullanma kılavuzu kalmış. Buralarda AIDS büyük bir sorun, her dört kişiden birinin “pozitif” olduğu söyleniyor. Bir çok yerde bedava prezervatif dağıtılıyor, hostellerde görülen “Baz Bus” etiketliler bize taşıyıcı firmamızın bir hediyesi.

Swaziland

Swaziland Güney Afrika ile Mozambik arasında küçük bir ülke. Uluslararası basında on beş tane karısı olması ile meşhur, halk tarafından çok sevildiği söylenen bir kralı var. Gerçi sonradan minibüste tanıştığımız bir genç işsizlikten, kralın her şeyinin olmasından falan epey bir dert yandı. Paralarını Güney Afrika randı ile eşitlemişler. Bu nedenle yerel para yanında rand da kullanılabiliyor. Halkı oldukça barışsever, Güney Afrika’da bolca rastlanan güvenlik problemi burada yok gibi bir şey. Ülkeyi halkın bindiği minibüsler ile kameralar yanımızda rahatça dolaştık.

Baz Bus duraklardan birinde bizi burada kalacağımız Sondzela’nın minibüsüne aktardı. Sondzela özel bir milli park içinde olduğundan, ulaşım bu şekilde hallediliyor. Bu buluşmayı onlar hallediyor. Oradan da Sondzela’ya varmak on beş dakika sürüyor. Daha önce kaldığımız Chintsa için cennetten bir parça demiştim, burası o parçalardan bir başkası.

Kalmak için sazlardan dev çatısı olan geleneksel kulübelerden birini seçtik. Dairesel kulübe gayet temiz, bir eksik tuvalet-banyo. Ortak banyo da tertemiz. Bizim kapı önünün müthiş bir manzarası var, karşıda bulunan dağlar falan, bana biraz bizim köyü hatırlattı. Sadece yapılanma yok, bir de tepeler daha alçak.

Dans gösterisi

Gece bizi minibüsle, yerel bir dans gösterisini izlemek için, karşı çayırda bulunan asıl kamp merkezine götürdüler. Burası da yine kulübelerden oluşuyor ama daha çok lüks bir otel havasında. Arzu meraktan sordu, impala eti de verilen açık büfe 25 lira. Etrafta aileler ve yaşlı Avrupalı turistler var. Biz gösteriyi bedava izledik, sonra backpackers mekanımıza geri döndük. Bizim mekanda da akşamları sekiz liraya yemek çıkıyor ama ilk akşam yiyenler beğenmeyince, hiç denemedik.

Yürüyüş rotası

6 Şubat gününe, Matt’i de alarak, yürüyüş ile başladık. Kamp alanından çıkar çıkmaz, zebraları, antilopları falan gördük. Daha sonra, dün gece minibüs ile gittiğimiz, ana kamp alanına ulaştık. Orada bir domuz cinsi olan varthog, kuşlar falan gördük. Arka tarafta bulunan gölde ise timsahlar var. Burada asıl yürüyüş rotasına başlamadan önce kaydımızı yaptırdık ve araziye daldık.

Yolda dere geçişlerinden birini su basmıştı, biz de yolu değiştirip araç yolundan kampa dönmeye karar verdik. Nedeni ise İngilizce bilharzia olarak söylenen Türkçesi şistozomiyaz yada bilharyaz olan bir parazit. Afrika’da göllerde ve nehirlerde bolca görülen bu parazit deriden insana girip hayatını mahvediyor. Bu nedenle öyle gerekli gereksiz göller ve nehirlerdeki sulara temas etmemek gerekiyor.

Neyse dönelim yürüyüşümüze, yolda bir antilop sürüsü gördük. Fotoğraf çekmek için durmuştuk, bir anda ortalık karıştı, belgesellerde gördüğümüz, bir leopar yada aslan saldırısına benzeyen bir durum oldu, antiloplar deli gibi sağa sola koşuşturmaya başladı. O sırada aceleyle bir kaç fotoğraf çektim. Bir tanesinde, birbirine saldırır gibi, büyük hayvanlar var ama hareketten dolayı durum tam anlaşılmıyor. Sonra, ne olur ne olmaz diye bölgeden biraz uzaklaştık. Gün sonunda tam dört saat bir yürüyüşten sonra kaldığımız yere geri döndük.

Lübnanlı nomad

Öğleden sonra tam yatıp dinlenirken bir fırtına başladı, inanılmaz, önce dakikalarca her şey uçuştu, gökyüzü şimşekler ve gök gürültüleri ile yıkıldı ve sonunda yağmur yağdı. Yağmur sonrası ortalık sakinleşti ama elektrikler de kesildi. Burada on beş gündür kalan Lübnanlı bir adam var, saçlara rasta yapmış, beş senedir dünyayı geziyormuş. Nerelisin diye soranlara “göçebeyim” diyor. Lübnan’da bir çamaşırhanesi varmış, onunla geçiniyormuş. Her gün ince ince tüm çamaşırlarını yıkıyor. Neyse, bu adam bize burada kaldığı süre içinde bu kesintilerin hep olduğunu söyledi.

Şanslı doğum günü

Elektrik kesildiğinden ocak çalışmıyor, hangi akıllı burayı yaptıysa bunu düşünüp bir tüplü ocak koymamış. Bir ara elektrik geldi tam makarnanın sosunu yaptık, yine gitti. Bahçede her gün ateş yakılıyor, arabalarıyla gelen dört kişi et tavuk getirmişler braai (bbq) yapıyorlar. Biz hiç olmazsa ateşte ekmekleri ısıtalım, sarımsaklı domates sosuyla yiyelim diye ateşe yanaştık, elemanlar İspanyolca konuşuyor. Hemen “hola-que tal” tanıştık. Onlar “yahu bu etleri tavukları çok almışız, yiyemiyoruz, bize katılır mısınız” deyince, hemen açlıktan kazınan mideler ile “ne demek” dedik ve sofraya yerleştik.

Çiftlerden biri; İspanyol kızla Güney Afrikalı bir çocuk. Mozambikte yaşıyorlar, vize tazelemek için Swaziland’a gelmişler. Öbürü de Fransız kız ile İspanyol. Doğal olarak ortak dil İspanyolca. Daha sonra Matt de bize katıldı. Ona “artık bitti kem küm konuşma, sor Arzu’ya çevirsin sana muhabbeti” dedim. Öyle de oldu… Gecenin sonunda arkamızda bira şişeleri ile dolu bir masa bırakıp kulübelere yollandık… Doğum günüm böyle geçti…

Kamp dışını keşif

Yedi şubat günü biraz kamp dışını keşfedelim dedik. Arzu bir mum pazarından bahsetti. Kampın minibüsü bizi kavşağa kadar bıraktı. Oradan minibüslerle devam ettik. Mantenga market’i arıyoruz. Minibüslerden birine bindik. Etraftaki tek beyazlar biziz, Arzu, Matt, Japon kız Yuki ve ben. Minibüs bizi yol kenarında bir sürü ufak dükkan bulunan bir alanda bıraktı, hepsi turistik hediyelik eşya satıyorlar. Ama haritaya baktık, bu bizim aradığımız yer değil. Madem geldik, bakalım olaya dedik. Hatta bir takım bir şeyler de aldık.

Sonra bir minibüsle geri döndük. Şoför bir kestirmede bizi bıraktı, ıssız toprak yollardan bir beş dakika yürüyerek Mantenga’yı bulduk. Meğer burası ufak bir otel ve bir kaç dükkandan oluşan bir yermiş. Burada Arzu’nun aradığı mum pazarının bayağı sapa bir yerde, başka bir yer olduğunu anladık. Neyse yakında bir şelale ve kültür köyü varmış. Matt dünden beri bu şelaleyi görmek istediğini söylüyor. Oraya gidelim bari dedik.

Kültür köyü

Köye giriş ücreti otuz lira. Arzu görmek istemedi. Ben gerçek, otantik, açıkçası göğüsler açık zenci hatunların fotoğraflarını çekmek istiyorum. Broşürlerden buranın orası olabileceğine kanaat getirdik. Arzu yakında bir süpermarket varmış, oraya gitti, blogunda maceralı dönüşünü anlatır. Biz ise “beş dakka canım, hemen aşağıda denilen yere yollandık”.

Ben bu “beş dakkayı” bizim Karadeniz köylerinden biliyorum. O güneşte on dakikadan fazla yürüdük ve girişe geldik. Sonra bir on dakika daha yürüyüp köye vardık. Gösteri başlıyormuş ama sadece biz, üç kişi varız. Son anda arabaları ile bir beş kişi daha geldi ve gösteri başladı. Bir gün önce kampta bedava seyrettiğimizin aynısı, sadece elemanlar biraz daha profesyonel. Kızlar elbette göğüsleri açmadı. Bunun üzerine ben de buralara bu viktorian, püriten, karın ağrısı, ahlak sistemini getiren İngilizler adına Matt’i suçladım. Gösteri sonrası bir rehber kız köyü gezdirdi. Hepsi maaşlı elemanlar, kapıda şefin anası, hediyelik eşya satıyor. İkinci karısı restoran için yemek pişiyor, böyle bir yer…

Sonra, bir on dakika daha yürüyüp şelaleye vardık, fotoğrafları çekip köye geri döndük. Bütün bu olaylar zamanında bizde sıcaktan ve açlıktan piller bitti. Karnımızı doyurmak için köyün gerçekten süper modern restoranına oturduk.

Ortada bir adam var, bizi selamladı. Daha önce Toyota kamyonetle geldiğini görmüştük. Adama genç ve güzel bir kız yanaştı, adam kıza epey bir şeyler anlattı, bu arada her tarafını mıncıkladı. O gitti, başka bir kız geldi. Bu arada adamla birlikte, orta yaşlı bakımlı bir hatun var, çift cep telefonu falan, hepsi lokal insanlar, siyahiler. Biraz sonra arka taraftan Hollandalı olmalı yaşlı beyaz bir adam, seksi giyimli bir zenci hatunla ve bavullarla peydah oldu. Giderken o da bir kızı mıncıkladı. Bir kız, o pezevenk kılıklı adam ona yanaşıp mıncıklayınca kalktı masayı terk etti. Oturduğu öbür masada o kızı, bavulları taşıyan zenci mıncıkladı. Sonuç olarak bu “kültürel yerli köyünde” bir numaralar dönüyor ama…

Sipariş verdiğimiz üç hamburger tam 45, yazı ile kırk beş dakikada masaya gelirken Matt ve ben bunları düşündük. Japon kız Yuki ise hep kendi dünyasında gülümsedi durdu.

Hamburgerleri beklerken, kırk dakika sonunda, dayanamadım garsona “aç aslan” gibiyim dedim, o da özür diledi ve “çok lezzetli” olacak dedi. Bir dakika sonra geliyor diye de ekledi. Matt saat tuttu, ne de olsa İngiliz, yemekler beş dakika sonra geldi. Bu “aç aslan” muhabbeti, Güney Afrika’da bir restoran zinciri var, oradan geliyor.

Yemekleri yedik, bütün o yolu geri yürüdük, bir taksi tutabilirdik, ama Matt bir kaç meyve almak istedi. Üstüne bir de minibüs yoluna kadar yürüdük. Karşıdan gelen minibüsü gördüm, beş yüz metreden el ettim, aynı Topkapı minibüslerine yaptığımız gibi, durdurdum, arabaların arasından yolu geçip, minibüse oturdum. Bu sırada Matt ile Yuki ise hala yolun öbür tarafında, kağnı gibi gelen kamyonun geçip, yolun boşalmasını bekliyorlardı. Türk olmak da böyle bir şey işte..

Tekrar Güney Afrika

Bugün, Baz Bus’ı bir gün beklememek için normal yollardan Güney Afrikaya geçtik. Matt, Arzu ve ben Nelspruit’e yani Kruger Parka gidiyoruz. Yuki ise Johannesburg’a…

Kampın minibüsü biz kavşağa bıraktı. Oradan bir minibüsle Manzini’ye vardık. Manzini’de gideceğimiz araçları bulduk. Sınır geçeceğimizden herkes pasaportları kayıt için bir elemana veriyor. Biz kuşkucu Avrupalılar, elbette pasaportları ofise kendimiz götürdük. Bir kez daha tekrar edeyim tüm bu bulunduğumuz zamanda, etrafta görülen tek beyaz tenli, hadi itiraf edeyim, güneşten biraz kararmış, insanlar biziz. Burada yaşayan beyazlar, gördüğüm kadarı ile bu minibüslere falan kesinlikle binmiyorlar.

İstasyona varır varmaz bir eleman bize tebelleş oldu. Matt ise elemanla muhabbet ediyor. “Kim?” diye soruyorum, bize yardım edecekmiş. Bir ara eleman cep ile bir yerleri arıyor. Pasaport yazılan ufak kulübeye bizimle sıkışıyor. Matt’e kov şunu diyorum, o hala elemanla “mır mır” ediyor. Sonunda dayanamayıp, “kardeşim, sen kimsin diyorum” yardım edecekmiş “yardıma ihtiyacımız yok, uza bakalım” diyorum, mesajı alıp, kayboluyor. Matt’in daha yolu uzun, dünyayı dolaşıyor. Böyle saf olursa, Hindistan’da, Tayland’ta başına çok iş gelir. Bu tür yerlerde sana yanaşan ilk elemandan her zaman uzak dur diyorum. Tamam dersimi aldım diyor.

Bu arada Yuki Johannesburg’a ikinci minibüsü bekleyecekti, bir anda ortadan kayboldu. herhalde ilk minibüse sıkıştırdılar ama doğal olarak kuşkulandık. Bir kez daha bu Japonlardaki cesarete hayret ettik. Aslında onlarınki cesaret değil, saflık. Zannediyorlar ki dünyada her şey Japonya’da olduğu gibi. Kız tek başına buralarda, doğru dürüst İngilizce bilmeden dolaşıyor. Biri gel dese peşinden gidiyor. Bir baktık, Yuki’nin pasaportu elden ele dolaşıyor. Kızı uyardık pasaportuna sahip çıkması için. Belki biz kuşkucu davranıyoruz ama en kısa zamanda Yuki’ye bir e-mail atacağız. Kızı bir an yalnız bıraktığımızdan kendimizi suçlu hissettik.

Bagajlar ortalıkta. Kimse dikkat etmediğine göre, ortam güvenli ama ne olur ne olmaz. Arkada, römorkta bulunan sırt çantalarını sürekli kontrol ediyoruz. Ya biz böyleyiz işte, sürekli arkayı kontrol ediyoruz, sonuçta yabancıyız.

Minibüsle önce başkentten geçiyoruz, modern bir şehre benziyor, elbette gördüğümüz kısmı, sonra bir saat sonra sınıra varıyoruz. Swaziland’ı terk edip Güney Afrika’ya giriyoruz. Bize yeni vize vermiyorlar, eskisi devam ediyor. Yani Güney Afrikalılar Swaziland’ı pek başka bir ülke gibi değerlendirmiyorlar. Bir kadının pasaportunun süresi geçmiş tam bir saat kadını bekliyoruz. Sonra yolda polise takılıyoruz. Şoför gerilerde bir şehre gidip cezayı ödeyecekmiş. Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken yolculardan iki genç cezayı alıp iniyorlar. Şoför bizi ve çift telefonlu süslü kızları bıraktıktan sonra dönüp onları alacak. Terminale geldiğimizde adamcağız, gecikmelerden dolayı, bizden özür diledi, bayağı üzgündü. Biz de adama üzüldük, sınırda vakit kaybetti, belki dönüş seferini yapamayacak, üstüne de ceza yedi.

Nelspruit

Nelspruit’de bir taksi ile Funkey Monkey’e gidiyoruz. Burası zenginler mahallesinde, kapısında ülke bayrakları, Türkiye de dahil, bulunan bir yer. Ufak bir havuzu ve avlusu var. Buralardaki çoğu hostelde olduğu gibi, sokağa çıkamayan gezginlerin tüm ihtiyaçlarını karşılamak üzere planlanmış. ATM çalışmıyor, günlüğü otuz rand olan wi-fi ise kağnı hızında. Beş dakika bir sayfanın açılmasını bekledikten sonra kullanmaktan vazgeçtim.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Bir Cevap Yazın