Uyuni turu, ilk gün

Sabah sekizde minibüs beni almaya geldi. Bizim hostelden başka giden yok. Minibüste on ikinci ve son kişiyim. Bu tura çıkanlara beş litrelik sulardan alması tavsiye ediliyor. Rehbere yolda su almam lazım dedim. Dün alsan iyi olurdu dedi. Ateşim vardı, çıkmak istemedim deyince, bu turu bu şekilde yapmak isteğinden emin misin? diye sordu. Ben de “başka çare yok, yola devam” diye cevapladım. O da “sorumluluğu alıyorsan sorun yok ama zor olur” diye cevapladı

Sonra suyu gümrükte alabileceğimi söylediler. Ben onlar gümrük deyince elli kilometre ötedeki sınırı düşünüyorum, beş dakika gittik, durduk. Meğer Şili çıkış damgası San Pedro köyünden alınıyormuş. Kamyoncular, turistler bekleşiyorlar. Bizim rehberle şoförün acelesini şimdi anladım. Grup olarak kuyruğa eklendik. Çünkü çıkışlar grup listesine de işleniyor. O sırada çevredeki bakkallar açıldı. Sıradan çıktım, su, muz falan alıp döndüm. Sonra epey bir süre gümrüğün açılmasını bekledik. Yani öyle bir gün önceden su almaya gerek yokmuş.

Çıkışı alınca minibüsle dağa yollandık. Asfalt yolu terk edip toprak yoldan bir meydana geldik. Bir kulübe, bir de bekleşen 4×4’ler, minibüsler.

Bolivya’ya dağdan giriş

Rehberin verdiği formu doldurup kulübeden Bolivya girişini aldık.

Bu sırada şoförle rehber minibüsün önünde süper bir kahvaltı hazırladılar. Millet yedi, beni ise koyu bir kahve ile yetindim. Hava rüzgârlı soğuk. Hemen pantolonun üzerine daha bol öbür arazi pantolonunu giydim, soğuk kesildi. Herkes anorak falan getirmiş. Ben ise iki tişörtün üzerine Decathlon’un ucuza sattığı ince Quechua polar, Laos’dan aldığım dandik önü fermuarlı sweat-shirt. Ayakta Adidas normal spor ayakkabı. İdare edeceğim artık, hastalık olmasa daha kolay olacak. Bu arada durumun soğuk algınlığı, grip olduğu anlaşıldı. İshal kesildi gibi, ama ne olur ne olmaz diye bir şey yememeyi düşünüyorum.

Kahvaltı bitince Toyota marka arazi araçlarına yerleştik. Bu bölgede genelde Toyota kullanıyorlar, az miktarda Mitsubishi, Nissan vs. de görülüyor. Altı kişiden iki gruba bölündük. Bizim araçta fazladan aşçı Hilda var. Şilili rehberlerimiz, ayrılmadan, bize araçta sürekli aynı yerde oturmamamızı, her molada yer değiştirmemizi sıkı sıkı tembih ediyorlar, onlara veda ediyoruz. Artık Bolivya’dayız…

Bolivyalı rehber-şoförümüz Nilfer, İspanyolcayı çok tane ve radyo spikeri tonunda konuşuyor. Grupta iyi İspanyolca bilen bir ben varım. Diğer Belcikalı, Fransızlar ise yarım yamalak bilmelerine rağmen Nilfer’i anlıyorlar. Ama kritik durumlarda çevirmen rolünü de üstleniyorum.

Yola çıkınca biraz gidip Eduardo Avaroa milli parkının girişine geldik. Burada parka giriş ücreti 150 BOB yani bolivianos’u ödedik. Bu 150 BOB’u San Pedro’dan ayarlamak lazım, yoksa bu dağın başında problem çıkabilir.

Koka yaprağı

Parka girince araç ile kısa bir süre gidip ilk vizit yerine geliyoruz, Beyaz göl, burada kısa bir yürüyüş molası verip, ikinci göle devam ediyoruz, Yeşil göl. Burada da kısa bir mola veriliyor. Hava çok rüzgarlı, bir kaç fotoğraf çekip Toyota’ya sığınıyorum. Hilda bana çiğnemem için koka yaprağı veriyor. Bu yüksek yerlerde baş ağrısını önlüyormuş. Bir tutam kuru yaprak demeti, ağızda çok az çiğnemeden sonra bir yanağa sıkıştırılıyor. Yavaş yavaş yaprağın özü emiliyor. Tadı etkisini bitirince de çıkartılıyor. Bu aradan kuru yapraklar ağız içinde yeşilleniyor.

Bu ziyaret ettiğimiz göller dört bin metrenin üzerinde, içinde, sodyum, kalsiyum bikarbonat, sülfür, arsenik gibi mineraller barındırıyor. Bu minerallere göre de renk değişiklikleri oluyor.

Üçüncü olarak uzaktan Salvador Dali kayalarında duruyoruz. Buraya bu ismin verilme nedeni, Dali’nin bu kayaları bir eserinde kullanması. Aynı zamanda çölün bu bölümüne de aynı ismi vermişler.

Dördüncü durağımız ufak bir termal havuz. Su, Pamukkale gibi sürekli 35 derece. Dışarıdaki o serin ve rüzgârlı havaya rağmen bizim iki gruptaki herkes, ben hariç havuza giriyor. Ben hasta olmasam da girmezdim, sevmem havuzları. Ki bugüne kadar o kadar gitmeme, biz rehberlere bedava olmasına rağmen Pamukkale’ye bile girmedim.

Millet havuzda oyalanırken Hilda yemekleri yapıyor. Burada ufak bir lokanta var, her grup kendi aşçısı ile mutfağı kullanıp, seçtiği bir masaya servisini yapıyor. Ben yine ne olur ne olmaz diye biraz pilav dışında başka bir şey yemiyorum.

Yemekten sonra gayserlerin bulunduğu alana gidiyoruz. Burada aynı zamanda neredeyse beş bin metre yüksekliğe erişiyoruz. Benim ve Fransız Sedrick’in GPS’i 4860 metreyi gösteriyor. Erciyes dağının dört bin olduğunu hatırlatayım.

Yerdeki deliklerden büyük bir güçle dumanlar çıkıyor. Hava da keskin bir sülfür olduğunu zannettiğim koku. Rüzgar dayanılmaz. Bolivya hükümeti bu enerjiyi kullanmak istiyormuş, galiba Japonlarla bir anlaşma yapmışlar. Bu amaçla bir kaç kuyu açmışlar.

Akşama doğru kalacağımız köye varıyoruz. Aslında burası bir köy değil. Köylüler elli altmış kilometre uzakta yaşıyor. Buraya taş evler yapmışlar. Turistler konaklamada kullanıyor. Her odada iki ila altı yatak var. İki tane tuvalet, duş yok. Bir de yemekhane.

Bizimkiler iki araç için altılık iki oda kapıyor. Aralarında konuşmalardan anladığım kadarıyla bazen problem oluyor, o nedenle önce buraya gelip odaları ayarlıyoruz. Eşyalarımızı bırakıyoruz. Ben, sanki sırtımda taşırmış gibi, ağırlık yapıyor diye 200 mm’lik zoom objektifi de bırakıp büyük bir salaklık yapıyorum. Bırak arabada dursun değil mi…

Son ziyaret olarak Renkli göle gidiyoruz. Nilfer gölde flamingolar var deyince, ben daha öncekiler gibi uzaklarda bir kaç tane flamingo vardır diye düşünüp zoom objektifi bıraktım. Ama göle varınca artık son pişmanlık fayda vermedi. Flamingolar hem yakında, hem de binlerce idi. Gölün rengi muhteşem. Tam fotoğraflık bir yer. Neyse 55 milimle idare edeceğiz artık.

Nefessiz kalma

Nilfer bizi yüksek bir yerde bıraktı. Burunun öbür ucuna gidip, aşağıdan kıyıdan gelin dedi. Aşağı indim, fotoğraflarımı çektim. Millet daha oradayken erkenden kıyıdan araca döneyim dedim. Ama yol uzun geldi, rüzgar dayanılmazdı. Boynuma sardığım sarongu da bırakmışım. Ben de yamaçtan kestirme çıktım.

Ve bu yaptığım salaklık objektif olayını da solladı. Bu kadar yüksek irtifada, neredeyse koşarak o yamaçı tırmanınca yukarıda nefesim kesildi. Resmen boğuluyorum. Kestirmeden çıkınca araca da uzaklaşmışım. Tek avantaj araç kıyıda olduğundan yokuş aşağı yürüyeceğim.

Yürüdüm ama o beş dakikalık yol beş saat gibi geldi. Hani ateş, grip falan olmasa, bir yere kadar. Toyotaya ulaştığımda kutupları keşfeden kaşif kadar mutluydum.

Akşam gruplar kendi aşçılarının yemeklerini yediler. Bizim Hilda’nin çorbası süperdi, ben dahil herkes üçer tabak içti. Sonra herkes erkenden yataklara çekildi. Ama gece çoğunluk için hiç de kolay geçmedi.

Bir Cevap Yazın